Her meslek grubuna yöneltilen ve insanı şaşırtan sorular var biliyorsunuz. Bizim mesleğimizde de sürekli kendini ayaküstü muayene ettirmek isteyen dünya tatlısı teyzelerin, amcaların ve akrabaların dışında bir de o sorulardan var. Bunlardan en basitleri; insanların oralarına buralarına bakmaktan iğrenmiyor musunuz, cinsellik konuşurken utanmıyor musunuz gibi şeyler. Hangi kategoride değerlendireceğimi  bilemediğim bir soru da var ki, neresinden tutsam elimde kalıyor; "İnanıyor musunuz?"

"İnanıyor musunuz" sorusuna alınan cevabın ya da "neden sordunuz" soruma karşılık açıklama belli; "doktorlar inanmaz ya" ya da "doktorlar hastaların Allah’a sığınmasından rahatsız oluyorlar malum".

Bu izlenimi hangi meslektaşlarım verdi bilmiyorum ama sanırım onlara biraz kırgınım.

İnanmadığımızı ve/veya inançların karşısında olduğumuzu düşündüren meslektaşlarıma kırgınım. Çünkü ben tedavinin en can alıcı yerine inancı koyarım. Hastanın neye inandığıyla zerre ilgilenmeden, tedavinin yanı sıra tutunacak bir dalı olmasının gönül rahatlığına sığınırım. İnancın güçlendirdiği bünyeye sığınırım biraz da. Elimizden gelen her şeyi yapmamızın hastadaki karşılığıdır bu aslında. O da inanarak karşılık verir yaptıklarımıza. Bize inanarak, inandığı her ne varsa ona inanarak, kendine inanarak… İnanmak önemli.

Yerdeki karıncaya inanabilir insan, ona tapabilir, gökteki güneşe ya da. Allah’a tapabilir, tüm semavi dinlerin kabul ettiği tanrılara, ateşe, çaya, kahveye… İnsan neye inanmak isterse ona inanabilir. Ya da hiçbir şeye inanmaz mesela. Yaratıldığına inanmaz, bir yaratıcı olduğuna inanmaz. Bu da ilgilendirmez beni. İnanç, kişinin yalnızca kendini bağlayan bir şey nasılsa, onun var saydığı ya da yok saydığı tanrısını. Bir doktor olarak beni değil. Benim tek dilediğim, hastalığını ya da tamamlanmasını beklediğimiz gebeliğini huzur ve direnç içinde geçirecek gücü bulmasıdır kendisinde. Benim dışımda, kendisi için özel olan bir şeye daha tutunması. Aslolan budur.
Doktorların inançsız olduğuna neden inanılır derseniz; bilime inanmış insanların olağanüstü ve gözle görülmeyen, ispatlanamayan şeylere inanmadığı düşünülür çünkü. Bir insana iki seçenek sunar bazıları; ya bilime inanacaksın, ya da Tanrı’ya. Ben ikisinin birlikte mümkün olduğunu biliyorum, kendimden biliyorum.

Hiçbir zaman, hiçbir yerde saklamadım ve insanın inancını saklaması gerektiğini düşünmeyenlerdenim. Allah’a inanırım ben, O’nun tarafından yaratıldığıma. Bana verdiği irade ve akılla, seçimlerimi yaptığıma. İyi bir insan ve topluma faydalı bir birey olmamın O’nun istekleri arasında olduğuna. Ve O’nun kutsal kitabım Kuran-ı Kerim’de ulaştırdığı ilk emri çok severim : İkra:Oku! Okumanın tüm nesilleri yükselteceğine inanırım. Ve dahası inanmam, Kuran-ı Kerim’in bilimi reddettiğine. Ancak bu benim inancım elbette; kimsenin müdahalesini kabul etmeyeceğim ve kimseye empoze etmeyeceğim inancım. Bana bütün inançlara saygıyla yaklaşmayı öğütleyen inancım. Hayat kurtarmanın ve yeni bir hayatın başlamasına aracılık etmenin güzelliğini hatırlatan inancım… Ben ona elimden geldiğince sarılırım ve isterim ki herkes kendi inancına özgürce sarılsın.
Kadın hastalıklarını teşhis ve tedavi sürecimde, gebeliklerimin takibi ve doğumlarımda, en dikkat ettiğim şeylerden biri de yumuşak karnıdır hastalarımın. Ben ilaçları veririm, iğneleri yaparım, yapılacakları ve yapılmayacakları sıralarım, umut da veririm üstelik, gerçeklerden bahsederim incitmeden, ancak bilirim ki yine de hastanın inancı gerekir ve sarılması o umuda. Bahsetmem inancımdan, onun inandığı her neyse ona daha çok inansın isterim. Giyimi kuşamı ilgilendirmez beni, dili, dini ilgilendirmez. İnançlılığı ve inançsızlığı da. İnanmıyorsa hiçbir şeye kendine inansın isterim, bana inansın, imkansız’a inanmasın hiç değilse.

Yanlış şurda ki; doktorların bilim dışında bir şeye daha inanması, üfürükçülere gidilmesiyle, göbeğe Arapça yazılar yazan hocalara inanılmasıyla, her sağlık sorununun koca karı ilacı denen karışımlarla tedavi edilmeye çalışılmasıyla, mum dikilip dilek dilenmesiyle, denizlere dilek şişeleri bırakılmasıyla eş değer tutuluyor. Oysa inanç, reddetmiyor bilimi ve hatta bana göre destekliyor bile. Benim inancıma göre destekliyor. Bilimi meydana getiren ve her geçen gün üstüne bir tuğla daha koyup onu yükselten insan, benim inancımda akılla ve en yüksek meziyetlerle donatılmış canlı. Başka bir inançta durum ne olursa olsun, hastayı kapıma getiren şey onu inandırıyor da bilime. Reddetse tanışmazdık ki onunla, reddetse benim monitörüme onun iç organları yansımazdı ki. Utanmamaya alışma gayretine koşmazdı ki onu aklı.

İnansın benim hastam, bir Tanrı bulamamışsa kendine, inanıversin isterim kendine, bana. Hiçbir şeye tapmasa bile hayata tapsın. Henüz mümkünken yaşamaya ve yaşatmaya mesela. Katı bulunur bazı meslektaşlarım ve evet bazıları konusunda haklıdır hastalar. Farklı nedenlerle, amiyane tabiriyle ‘kaşarlanma’ nedeniyle, mizaçları gereği ya da öyle olmaları gerektiğine inanmaları yüzünden, bir tür maske belki de, katılaşmışlardır. Daha net yüzleştirirler gerçeklerle, daha acımasız bir dilleri vardır, daha acıtan bir soğukluk. Ve evet belki bazıları, inançlarına sarılışlarında beyis görürler hastalarının ve bilime sarıl derler, ilaca, iğneye, kemoterapiye, seruma vs. Ama onlardan berberler içinde de yok mudur ya da su tesisatçıları arasında. Doktorun da insan olduğunu biliriz de yine de canımız onun ellerindeyken unutmaya meylederiz belki de. Bu noktada hem onların açısından bir şeyler söylemiş olayım hem de bir ince sitem etmiş olayım onlara, hastalarının inanç özgürlüğüne acıma, hor görme ve karşı çıkmayla saldıranlara. İnce yetmez, açıktan sitem edeyim hepimizin aynı kefeye koyulmamızı sağlayan meslektaşlarıma. Ve bir sitem de topluma, ön yargıları için, aldıkları gard, koydukları mesafe için.

Uzun zamandır pek çok yayın kuruluşuna yazılarım ve mesleki sohbetlerimle konuk oluyorum. Ne mesleğimi unuttum, ne inancımı. Ne bilime ihanet ettim ne de kalbimin bir yerinde sımsıkı sarıldığıma. İkisi öyle güzel anlaşıyorlar ki insanlığa hizmetimde,  beni öyle yüreklendiriyor ve yontuyorlar ki birlikte. Şükürler olsun.

Doğru anlaşılmak da insani bir ihtiyaç, sağlıklı olmak gibi, sevmek ve sevilmek gibi...

Doğru anladığımız ve anlaşıldığımız yepyeni bir dünya umuduyla...
Tüm duyuları yerinde olanların ya da en az bir duyuya sahip olanların, özetle nefes alanların duyularını alt üst eden, hem onları ölümüne sömürüp hem de hiç olmadıkları kadar işe yarar kılan bir şey var. 
Bir bilmecenin hemen akla gelmeyen ama çok da basit cevabı gibi: AŞK!

Aşktan başka işi olmayanlar yardıma muhtaçtır belki de en çok. 
Ağır bir iştir aşk. 
Kendinden başka birini daha taşımak beyninde. 
Bedeninde hissetmek için durmadan çabalamak.. 
Boşa koysan dolmamak, doluya koysan almamak.. 
Bir ince sızının yerleşmesi kalbine… 
En mutlu anlarında bile tarifsiz bir korku hissetmek neden korktuğunu dahi bilmeden.. 
Midende kızışan tavalarca yağ, patlayan ve vücudunun farklı yerlerine sıçrayıp ince ince dağlayan…

Aşk, kelebeğin tek günlük ömrünün telaşında ve yüzlerce yıl yaşayacak bir kaplumbağanın yavaşlığında… 
Aheste aheste sevmenin lezzetinde ve hiç yaşayamayacak gibi sevmenin acısında… 
Aşk, her kimse onun sahibi, hiç sahibi olmamışçasına…
Yaşı yok bunun, devri yok, hasmı yok, kısmı yok; bir bütün o, her zerreye yakışan ve en güzeli daima ‘seninki’ olan.
Her aşık en çok kendisi aşıktır, en büyük heyecan ondadır, en büyük istek, en büyük hassasiyet, en büyük tutku, en büyük en büyük ve en büyük… 
Kalbine sığmaz ondakiler; aşk, ondadır. 
Başka kimsede yokmuş gibi, ruhu bedenine çokmuş gibi, dünya başına dertmiş gibi, hayat yaşına zevkmiş gibi, her şey aynı anda aynı yerde binbir biçimde varmış gibi… 
Aşk gibi…

Sahip çıkılmayan aşklardan özür dilenir hayat boyu, yaşanamayan aşkların acısı ilk günkü gibi kalır. Hatalar bürünür ete kemiğe, pişmanlıklar insanı kemirir durur. 
Aşksız hayatların eksikliği, ya dillenir ya dillenmez, ama illa ki düşünülür. 
Dünya aşktan ibaret değildir de aşk başlı başına bir dünyadır.
Adam, tutar kadının elinden ve değişir dünya. 
Kadın, yaslar başını adamın omzuna ve durur dünya. 
Adam, öper kadını ve iyileşir dünya. 
Kadın, sarılır adama ve kamaşır dünya. 
Adamlar ve kadınlar, kimi sevdikleri, kime beş duyularını hizmetine sunacak kadar aşkla bağlandıkları yalnızca kendilerini ilgilendirmek üzere, olurlar tek bir dünya. 
Dünya, aşk olur, aşksa dünya.
Onun kokusu, onun tadı, onun sesi, onun  yüzü, onun teni, aşkın tekelinde ve dünyanın merkezinde yer edinir, hiç sormaz. 
Seçim şansı vermez, akıl fikir bırakmaz…
Aşk bir akıl tutulması, fikirsizliktir. 
Aşk bir dil tutulması, zikirsizliktir. 
Aşk, dünya var oldukça devirsizliktir.
Yerini bıraktığı sevgi, kendi tükenince seçtiği o kutlu varis, dünyanın en güzel dinlencesidir. 
Yine ve yeniden sizindir.

Aşk… Ötesi berisi ne de anlamsız, yalnızca sizsiniz.



Çocukluğumuzdan bellidir aslında büyüyünce yapacaklarımız. Çünkü yaptıklarımız; gördüklerimizin, duyduklarımızın, hissettiklerimizin sıkıştırılmış toplamı gibidir aslında.

Ya büyüyünce olduğumuz kişi? Meslek sahibi olunca kariyerimize yön verirken, evlenince ailemizi ayakta tutarken, sosyal bir varlık olarak toplumun damarına dokunurken kimiz? Kim olmak istedik ve kim olduk neticede? Duvarımızda Atatürk'ün, Che'nin, Adnan Menderes'in,  Deniz Gezmiş'in, Hitler'in, Audrey Hepburn'un, Marilyn Monroe'nun, Tayyip Erdoğan'ın., Sabiha Gökçen'in, Kazım Koyuncu'nun ve daha kimlerin kimlerin posterleri asılı durdu, duruyor belki. Örnek aldık, yolumuza ışık yaptık. Hayret ettik, hayran kaldık. Ahh keşke dedik, keşke öyle olabilsek, bu kadar tanınsak, şu kadar sevilsek…

Okuduğumuz biyografilerde kendimizi hayal ettiğimiz oldu mu mesela? İsmet Paşa gibi sevmek ve sevilmek istedik mi karımız tarafından, Ecevit gibi şiirler yazabilmek istedik mi bir aşk uğruna, Fikriye gibi kendimizi vurmak ya da? Steve Jobs'un düşünüp hayata geçirdiklerini düşünüp hayata geçirebilmiş olmak ister miydik, Hollywood'un ölümsüz starı olmak bize nasip olsun istemez miydik? Aliya İzzetbegoviç gibi mücadele etmiş olmak yükseltir miydi bizi dünyanın göğüne? Hayaller genişti, derya deniz. Ne kadarını yapabiliriz, neler yapabildik diye vurduk mu kafamızı taşlara? Kim bilir…

Ucundan kıyısından bile dokunamadığımız hayallerin neresinde kaybettik peki? Biz neden başkası olmadık, biz neden başkası olmak için böyle yıllar verebilirdik ömrümüzden, biz neden başkası gibi olabilmeyi kendimiz olmaya tercih ettik daima?

En yüce gönüllü insanların, en başarılı bilim adamlarının, en ışıklı yıldızların, en afili şairlerin, en içli yazarların, en girişimci liderlerin, en korkusuz kahramanların yanından bile geçemeyişimiz neden, hiç düşündük mü…

İdollerimiz vardı, ayak izlerine basarak yürümek istediklerimiz, yapabildiklerini yolumuza ışık ettiklerimiz… Peki ya neden olmadı, neden olduramadık?

Dar baktık. Evet, yanıtı bu. Biz çok bildiğimiz, her satırını ezberlediklerimize daracık baktık. Onlar gibi olmaya çalışırken kendimizi göz ardı ettik. Yeteneklerimizi, isteklerimizi, çevremizi, ailemizi, içinde bulunduğumuz maddi ve manevi şartları, kapasitemizi ve hatta çağımızı. Bunları göz ardı ettik. Bunları göz ardı ederseniz boş hayaller peşinde koşarsınız, idolleriniz olur ve idolleriniz öylece kalır. Seyredersiniz. Özenirsiniz. Kıskanırsınız. Hayran kalırsınız. İyi ki vardırlar ancak sizi sınırlamamalıdırlar.

Bazen bir şeyi nasıl olabileceğinizi yanlış anlarsınız.

Başka dillerden dilimize geçmiş her şey gibi bunu da, idol olarak almayı da tam kavrayamadık belli ki. Pokemon'u izleyen ve onun gibi uçmak için camdan atlayan çocuğun haberinde de geçiyordu 'idol' sözcüğü, yeni Türkan Şoray olmak isteyen TV yıldızlarının röportajlarında da. Anlamamıştık çünkü.

Bütün değişkenlerden bağımsız bir sonuç hayal ediyorduk. Şartları hiç hesaba katmayarak, bugünün dünyasını yok sayarak…  Olmadı. Olmazdı.

Feyiz almak gerek. Bu daha anlaşılır sanki. Sonucunda olunan şey değil, sonuca giderken yürünen yoldaki tavırdan, emekten, kararlılıktan feyiz almak gerek.

Tiyatro oyuncusu olmak isterken matematikçiden feyiz alabilirsiniz örneğin. Devrim yapmak isterken mucitten feyiz alabilirsiniz. İnancınızı yaymak için atletten feyiz alabilirsiniz.

Çünkü aslolan yoldur. Aslolan inançtır. Aslolan idealdir. Aslolan duruştur. Siz kendi sonucunuzu hayal eder, fikren yaratır ve yola çıkarsınız. Feyiz aldıklarınız duruşunuzu, yol tutuşunuzu belirler, sonucunuz sizin inisiyatifinizdir, size aittir, size göredir. Başkasına benzemek için çırpınmakla başkasının kendisi olmak için verdiği mücadeleyi örnek almak bambaşka şeylerdir.

Ne mutlu feyiz aldıklarımıza… Ne mutlu yolumuza hiç bilmeden ışık tutanlara…  Ne mutlu kendimiz olmak için aldığımız kararlara, yollarımıza… Ne mutlu başkası olmadan başkasına bakabilmemizi sağlayan yüksek şuurumuza. Yaradan'a...


-Çocuğunuza, güven duygusunun karşısında yer alan tehlike kavramını, anlayacağı biçimde anlatın.

-Güven duygusunun nerede başlayıp nerede bitmesi gerektiğini bilen çocuklar, kendilerini daha iyi korurlar.

-Sevgi gösterileriyle taciz arasındaki fark, bazen göze görünmeyecek ölçüde küçük olabilir. Ama anne-baba dikkatinden kaçacak kadar değil!

-Çocuğunuza 3 tehlikeli bölgeyi ve tehlike anında etkili çığlık atmayı öğretin. 

1) Göğüs 2) Bacak arası 3) Popo

-Çocuğunuzun güvendiği ve güvenmediği bireyleri, basit sohbetlerle öğrenmeniz, yönünüzü belirlemenizi ve çocuğunuzun dünyasını dokunulmaz kılmanızı sağlar.

-Çocuklarınıza sizden korkmayı değil, size güvenmeyi ve sizinle paylaşmayı öğretin.

-Eviniz, çocuklarınızın güvenli bölgesidir. Ancak eviniz dışında da güvende olmalarını sağlamak sizin göreviniz.

-Çocuklarınıza, hoşlanmadığı bir kişiden hoşlanmasına dair baskı yapmak yerine, onun nedenlerini anlamaya çalışın. İstemeyiz ama belki de haklı nedenleri karşısında şaşıran siz olacaksınız.

-Çocuklarınıza, mahrem alanlarını öğrettikten sonra onları korumak için yapabileceklerini de belli aralıklarla hatırlatın.

-Bir çocuk, kendisine dokunulmasını istemiyorsa büyükler buna saygı duymalı ve altında yatan nedenlerle ilgilenmelidirler.

-Korkulu rüyaların, içine kapanmanın, ani ve aşırı tepkilerin altında beklemediğiniz sorunlar yatıyor olabilir. Doğru iletişimle çocuğunuzu anlayabilir ve ona yardımcı olabilirsiniz.

-Anne-babalar dört adımda çocuklarını dış tehlikelere karşı/rağmen koruyabilirler.

1)Çocuğa mahrem alanlarını ve mahrem kavramını basit bir dille anlatmak ve anladıklarından soru-cevap yoluyla, örneklemelerle emin olmak

2)Mahrem alanlarına dokunulduğunda itiraz etmeyi, reddetmeyi, çığlık atmayı, olay yerinden ve kişiden uzaklaşıp güvendiği birinden yardım istemeyi öğretmek

3)Güven duyulan kişiye aktarılan bilgileri hafife almadan ve çocukların bu tür konularda yalan söylemeyi düşünmeyeceklerini unutmadan değerlendirmek, irdelemek ve emin olmak

4)Çocuğun taciz edildiğinden emin olduktan sonra mutlaka yasal süreci başlatmak ve çocuğu uzman desteğiyle bu sürecin dışında tutmak

5)Çocuğun taciz edildiğinden emin olunamasa da şüphe duyuluyorsa, bahsi geçen kişiden uzaklaşmak ve gözleme devam etmek, çocuğu içinde bulunmak istemediği ortamlardan ayrı tutmak

-Pedofili bir hastalıktır ancak çocuğunuza zarar veren biri hoşgörünüzü hak etmez. Pedofil için yasal süreç, çocuğunuz için uzman yardımı şarttır.

-Çocuğunuzu korumak için, çocuğunuza,  korunmayı öğretin!

-Çocuğunuza hesapsızca dokunanların başka bir hesabı var!

-Amcalar, teyzeler de bir yere kadar! Çocuğunuz, sevilmesi gerektiği gibi sevilsin, seven nasıl isterse değil!

-Çocuğuma kirli emellerle dokunma!

-Her çocuk bir gizli bahçe, her anne baba özenli birer bahçıvan.

-Bilinçli bir çığlık, bilinçsiz bir anne babadan daha koruyucudur.

-Çocuğum gösterme pipini amcalara, teyzelere!

-Çocuğum gösterme kukunu amcalara, teyzelere!

-Çocukluk, şuursuzluk hali değil, masumiyet halidir. Temiz kalbi ve aklı, size yanlışı işaret edebilr.

-Çocuk bedeni, kimsenin deneme tahtası değil!

- Çocuk bedeni, kendinden başka kimseye ait değil!

-Çocukla iletişim, yarınla iletişimdir.

-Tehlikesavar bir çığlık yükselsin çocuklardan!


 

Bugün günlerden kadın. Dün de öyleydi, yarın da öyle. Ama siz günleri zehir edenler, siz insanı olduğuna pişman edenler, siz kadını varken yok edenler, bilmezsiniz! Siz, kadın olmak nedir bilmezsiniz, siz bu ülkede kadın olmak nedir bilmezsiniz!

Amerika'da da varmış tecavüz, bak sen! Yerlisini yaşıyoruz diye iftihar mı edelim! Tahrik unsuru katıyorlar acımıza, bak sen! Azdırabiliyoruz diye mi övünelim! Dul olmanın bedeliymiş, bak sen! Bize zulmeden kocamızı mı eş bilelim! Kötü kadınmış zaten, bak sen! İnsanın iyisini sizden mi öğrenelim!

Çiçekler mi bekliyordunuz bugün bu satırlarda? Tarlalarda bebesi sırtına bağlı çalışan, fabrikalarda ter döküp çocuğunu okutan, en kutsal duyguyu tadıp insanı çoğaltan analardan mı bahsedecektim yalnızca,öyle mi sanıyordunuz? Ütülü gömlek, kayıp çorap uğruna yerden yere atılan kadını ben de sizin gibi unuturum mu sandınız! Evinin yolunda bindiği otobüste kalçasını sağlama almak için yol boyu yer gözleyen kadını görmezden mi gelecektim, siz onu mu sandınız? Oğlan çocuk bulacaksınız diye kedi gibi yavrulattığınız kadınları sahipsiz mi sandınız! Sahi siz kendinizi ne sandınız!

Hor gördüğünüz kadın, benim kadınım! Siz beğenmiyorsanız çekin üstünden elinizi, siz sevmiyorsanız kirletmeyin güzel yazısını, sürüklemeyin yerlerde karanlığınıza. Ben kadınım, kusura bakmayın beyler, kadın artık benim kadınım!

Kırgınız size, kadınların omuzlarında yükselen o genç kız için kızgınız, elinden aldığınız gelecek ve daha niceleri için dargınız. Artık iyi hal indirimi yok size, hafifletici sebep yok. Haliniz kötü, ruhunuz ağır.
Bugün de her gün de bizim günümüz,
çekilin kenardan izleyin, bedenimize de ruhumuza da dokunmayın!
Erkeklerin İlgisini Belli Eden Beden Hareketleri 

Göz bebekleri büyüyor ve göz kırpışları farklılaşıyor
Eğer karşılıklı konuştuğunuzda, diğer sohbetlerinden farklı olarak, göz kırpışları artıyorsa veya göz bebeklerinin büyüdüğünü hissediyorsanız, sizden hoşlandığını düşünmeye başlayabilirsiniz. Tabi bundan emin olmak için, onu farklı yerlerde farklı kişilerle konuşurken gözlemlemiş olmanız gerekir. Farktan eminseniz, hislerinden de emin olabilirsiniz. Konuşurken harekete geçen hormonların, gözleri ele geçirişidir bu.

Sizi gördüğünde kaşları yukarı kalkıyor ve ağız çevresinde engellenemez gülüş çizgileri beliriyor.
Kaşlarımız, hoşlandığımız birini gördüğünde hareket eden evrensel belirticidir resmen. Kontrolümüz dışında aşağı ve yukarı hareket eder Hoşlandığı birini görür görmez kaşlarını hareket ettirmek, ilginin evrensel bir işaretidir. Birinden hoşlandığımızda kaşlarımız çoğunlukla kontrolümüz dışında aşağı ve yukarı yönde hareket eder. En güzeli ise karşımızda da bunu görmektir. Kaşları hareket eden ve bizim gibi gülümseyen kişi, hislerimize kayıtsız değildir. Bu his alışverişi o kadar kısa sürer ki iyi bir gözlemci ve dikkatli bir partner adayı olmaktan başka çareniz yoktur.

Vücudunu size doğru çeviriyor
Aynı ortamı paylaştığınızda dikkat etmeniz gereken bir şey vardır; size doğru oturup oturmadığı. İnsanlar genellikle hoşlandıkları kişiye dönerek oturma pozisyonu alma eğilimi gösterirler. Bu hem dikkatle dinlemek ve izlemek hem de görüş alanı içinde kalmak içindir. Hatta sizinle aynı alanda kalmak için yer değişikliği yapıyorsa neredeyse emin olabilirsiniz hislerinden. Bir anda yanınızda bulunan diğer insanları kendinizden çok uzak kalmış ve sohbetin dışında buluyorsanız, bu çok da aldatıcı olmaz.


Konuşurken dudaklarınıza bakıyor
Normalde insanlarla herhangi bir şeyi konuşarak paylaşıyorsak göz teması kurmamız gereklidir. Bu iletişim ve nezaket ortak kuralıdır. Ancak hoşlandığımız biriyle durum değişir; gözler, gözlerden dudaklara kayar ve orada kilitlenir. Zaman zaman toparlanmaya çalıştığını görürüz ya da  boynumuz ve omzumuza dek iner bakışlar. Bu bir arzulama göstergesidir ve hisler karşılıklıysa sevindiricidir.

En ufak esprinize dahi gülüyor.
Bu bazen alay etme ya da hafife alma gibi algılanıp sinir bozucu bulunuyor. Ancak sert tepki vermez birkaç dakika tanırsanız ona, birlikte kahkahalara boğulmanız ve bu nedensiz krizlerden hoşlanmanız, yakınlaşıp dokunuşlara geçmeniz an meselesi. Unutmayın; birlikte mutlu olan insanlar nedensiz ve fazla gülerler.
Beklentilerin farklılığı ve fikir ayrılıkları ilişkinin sonu değildir, olmamalıdır. Ama ilişkinin sonu da dünyanın sonu değildir. Zaman ve yardım gerekebilir.

Soru: Erkek arkadaşımı evliliğe ikna edemiyorum. İlişkimizin 6. yılı bitti ve son 2 senedir birlikte yaşıyoruz. Tek eksiğimiz o imzaysa neden atmıyoruz. 'Ne fark eder biz zaten evliyiz' açıklamasının altında ne aramalıyım? Ben neyse de ailem bu beklentiyle sorun çıkarıyor artık.

Cevap: İlişkiniz sorunsuz gidiyorsa huzurluysanız ve çocuk sahibi olma hususunda teknik olarak da karşılıklı olarak dert etmiyorsanız 'evlilik şart' değil. Bunu hep söylerim. Ancak iki taraftan herhangi birinin alışıldık olan bu kurumun güvenine ihtiyacı varsa konu, üzerinde konuşulmaya kesinlikle değer. Aileniz istekli dahi olsa, size bireysel ve özgür yaşam hakkı sunduklarına göre, bunu halledip ailenizi ikna edebilirsiniz. Ancak artık bunu tercih etmediğinize göre siz de evlilik istiyorsunuz, yani mesele sizsiniz. İşte bu noktada konu da son derece önemli. Sizin o basit bulunan imzaya dair, bir kadın olarak ihtiyacınız varsa, bu beklenti içinize yerleştiyse partnerinize düşen de  ha var ha yok ne fark eder dediği imzayı atmaktır. Çünkü o imzanın varlığı ve yokluğu onda bir şeyi değiştirmiyorken sizde bir farka sahip.   Eğer kendisinin çok da önemli bulmadığı bir şeyin sizin açınızdan çok önemli olduğunu biliyor yine de yanaşmıyorsa olayları büyütmeden bir tavır koyabilirsiniz. Çünkü kadınların genelinin hayalidir gelinlik ve evlilik. Hayalleriniz saygıyı hak ediyor buna inanın. İlişkinizi bitirmeyin, rest çekmeyin. Karşılıklı konuşun, yazın ve zaman tanıyın. Ayrıca bir uzmandan destek almanızı da önerebilirim, çift olarak bir uzmanla konuşup birbirinizi anlamak konusunda yardım alabilirsiniz. Karşılıklı fedakarlık noktasında sizin partneriniz için yapabileceklerinizi de bu vasıtasıyla öğrenebilirsiniz. Birbirinizi seviyorsanız orta yol şart. Ancak evliliğin olmazsa olmazınız olduğunu fark ederseniz başka bir yol çizersiniz. Zaman ve uzman, şifreler bunlar.

Doğrusu yaşam koçu dediğiniz kişiler tam olarak ne yapar, eğitimleri nedir ve hangi işin uzmanı sayılmaktalar henüz anlamış değilim. Size kendilerini nasıl anlatıyorlar? Ben gittiğiniz doktorun bile yetkinliğini sorgulama hakkınız olduğunu hatırlatırken bunu hatırlatmayı da iki kere görev bilirim. Hayatınızın zor bir dönemi olabilir, sizden kaynaklı sorunlar ya da karşılıklı iletişimde çıkmazlar olabilir. Bu konuda desteğe ihtiyaç duymanız da son derece insani. Psikolojinizi ve yaşamınızı doğru analiz edecek uzmanlarla görüşmenizde kesinlikle ısrarcıyım. Ancak yönlendirilme, başka birinin sizin adınıza düşünüp tüm hareketlerinize karar vermesi biraz fazla değil mi? Danışmanlık, danışmaktan gelir. Danışır ve tavsiye edilenleri aklınız, mantığınız, duygularınızla tartarsınız, harekete geçmeniz sizin elinizdedir. Nihai karar sizdedir. Yaşam koçluğu diye bir fakülte ya da branş bilmiyorum. Bu yönde bir eğitim, hobi kursu gibi geliyor. Psikologlar, psikiyatristler, cinsel sorunlarınız için cinsel terapistler dururken yaşam koçlarına gitmek bana biraz anlamsız geliyor. Aklına mantığına hayata bakışına güvendiğiniz bir dostunuz size yaşam koçunun vazifesini görebilir hatta bir kitap bir film... Fahiş fiyatlar almadan üstelik. Lütfen bu kadar ciddiye aldığınız ve kesinlikle çözülebilir, rayına oturtulabilir kabul ettiğim tüm sorunlarınız için işin gerçekten uzmanlarına danışın. Güzel konuşabilen herkes psikolojinizi düzeltmeye yetmez. Aksine olumsuz etkiler de doğurabilir. Olmadı demeyin, bundan sonra olabilir. Yaşam koçluğu her ne ise, ben henüz anlamadım. Siz de buna kapılmayın derim.


Kadinlar olarak önceliğimiz kriz yönetmek.... ancak mecbur kalırsak yeni bir krizle eskiyi siliyoruz...


Son günlerin en çok konuşulan konularından biri; istenmeyen çocuklar. İster bir ünlünün çocuğu olsun, ister alabildiğine ünsüz birinin, anne ve babanın ortak kararı dışında doğmuş çocuklar, iki kale arasında gidip geliyor ama bir türlü GOL olamıyorlar.

Daha önce de defalarca soruldu bana, bir uzman olarak fikrim alındı. En son Meryem Uzerli’nin hamileliğiyle ülkenin gündemine bir kez daha oturan ‘baba rızası dışında doğum kararı’, pek çok açıdan incelendi, incelenmeye devam ediyor. Bugünlerde de Küçük Emrah diye bildiğimiz Emrah Erdoğan’ın uzun süren adli süreçler sonunda DNA testi sonucu kabullenmek zorunda kaldığı oğlunun açıklamalarıyla yeniden gündemde. Herkes ve her şey başa döndü, ne yaşanırsa yaşansın yine soru aynı ‘isteği dışında dünyaya gelen çocuğunu kabullenmek zorunda mı?’ . İki ucunda pislik olan bir değnek bu, neresinden tutsak elinizde kalıyor. Ve çocuk o değneğin tam ortasında şaşkın bakışlarla bir o uca bir bu uca dönüyor.

Kadın, elbette kendi bedeninden sorumlu ve o bedenin ona verdiği armağanları dilediği gibi kucaklama hakkına sahip. Dünyanın en büyük mucizesine tanıklık etme ve o mucizenin tam da merkezi olma, kadına doğuştan verilmiş en büyük özellik.

Doğurganlık. Kim ne derse desin eşi benzeri olmayan bir nitelik ve bir hediye. İçinde büyüttüğü canlı, her şeyden ve herkesten önce kadının. En çok söz sahibi olan daima ve dünya durdukça, kadın. Ancak bu, onun içindeki canlıya karşı sorumluluğunu da daha fazla kılıyor belki. Onun doğumundan sonra yaşayacaklarını, ona hazırlanan hayatı da iki kere düşünmeli kadın. Çünkü mümkün olmuyor çocuğa ‘babasız olmak ister misin’ diye sormak, ‘ben güçlüklerle savaşmana ve soyadını alabilmek için mücadele etmene karar verdim’ demek…

Maalesef mümkün olmuyor. Ve erkek; dünyada asla annelik kadar kutsal olarak kabul görmeyecekse de en az onun kadar özel bir şey baba olmak. Erkekten kadına geçen bir damlacığın dönüşüm serüveni çocuk. Ve cinsiyeti de belirleyen şey babadan gelen damlacıkta saklı, kaderi çizen bir küçük nokta belki. Canına karışmış olana canını karıştırmak ve ortaya çıkan minik şeye hayran hayran ve sakınarak bakmak.. Baba olmak da hayallerin en güzeli, çoğu erkek için. Ve belki de dünyanın en tatlı sorumluluğu. Çocuklarla ilgili fikirlerimi, onları ayaklarından tutup dünyaya getirmeye dair aşkımı daima dile getirdim. İçimi titreten şeyin, bazı çocukların hayatında onulmaz yaralar açmasından büyük üzüntü duyduğumu da eklemeliyim.

Çocuk, yalnızca bilmem kaç gram bilmem kaç cm olarak gelmiyor ki dünyaya. Duygularıyla geliyor, dolması gereken boşlukları ve giderilmesi gereken ihtiyaçlarıyla. Bence en çok da manen. Anne ve babanın, ölüm dışındaki yoklukları çocuklarda onulmaz yaralar açıyor. Ölümün acısı ise bu yazıda yer bulmayacak kadar bambaşka. Var olan bir babaya sığınamamak ve sevgi alışverişi için yaşından büyük çabalar harcamak ağır ve kalıcı hasarlar bırakabilen bir kaza. İşte bu nedenledir ki çocuklarımızı, olağandışı durumlar dışında anne ve babanın ortak isteğiyle getirmek lazım dünyaya. Yaşayacağı hayatı, diğer çocuklardan farklı bir hayatsa sırf kendi isteklerimiz için dayatamayız ona. Kadınların özgürlüğüne gelince elbette özgürlükleri hepimizin kavgası ancak başkalarının özgürlüğünün başladığı yerde bitmez mi bireyin özgürlüğü…

Erkeğin falan da değil, onun lafı bile olmaz dünyadan habersiz bir bebeğin özgürlüğünün yanında! Yaşama özgürlüğü, sınırları bakıştan bakışa değişen bir şey ve elbette rahme düşen bebeğin dünyaya gelişi her şeyden evla. Korunmak, korunmak ve korumak. Sırrı bu işin. Anneli ve babalı, yaşından büyük mücadelelerden muaf, istenmeme duygusundan uzak bir yaşam sunmalıyız çocuklarımıza. Sevmeliyiz.

Hatalarımızın bedelini ödemek için fazla küçükler kaç yaşında olurlarsa olsunlar. Bir hamur gibi şekilden şekle yoğrulup, uçtan uca çekilip yorulmak için fazla günahsızlar. Tek çare köprü kurmak, tek çare bütün kini, kırgınlığı ve kızgınlığı unutup ona her çocuk gibi, herkes için değerli olduğunu hissettirmek. Bir çocuk için olduğu kadar zor değil hiç kimse için. Bir çocuk kadar güzel değil hiçbir şey.

Ben kan görebiliyorum, bakabiliyorum ona uzun uzun. Elim mecbur, belki de ondan. Bir organdan bir insan çıkaran elim. Uzanan eli tutan elim. Kadının omzunda duran elim. Yarayı iyi eden, zamanı şifa eden elim. Mesleğime aşık elime şükürler olsun!

Beni insan olmakla yükümlü kılan aileme, darlığımda varlığına sığındığım sevdiklerime, beni işe yarar kılan ve gönlüme sığışıp duran hasta ve danışanlarıma, her çocuğu benimmiş gibi hissettiren çocuklarıma, benimle hislenen tüm dostlarıma... Ama bugün en çok ve en çok, sihirli ellerini aklıma ve kalbime dokunduran, hekimliği bana aşkla anlatan hocalarıma, sonsuz teşekkürler. Minnetle selamlıyorum hepinizi. Ellerinizden öpüyorum.

Dün bizim bayramımızdı, sağlığa vesile olabildiğimiz sürece bayramımız, bugün yarın ve tüm yarınlar, ömür yettikçe. Ama ne zaman bütünüyle tadı çıkar biliyor musunuz bayramın; ülkemin her köşesine eşit ve kusursuz sağlık hizmeti götürebildiğimizde mesela. Ölü bebekler ve ölü annelerin ağırlığıyla sona ermeyince doğumlar. Şifasız bir illet, imkansız bir millet kalmayınca. Vitamini de proteini de tam olunca insanın ve sayılmayınca kemikleri insanlığın. Teşhise geç, çarede hiç kalınmayınca... Hal kalmayınca sevinç gözyaşları dökmekten ve can çıkmayınca tüm sevdiklerini sırayla gömmeden... Hayat, dualarımızı, hayallerimizi aratmadığında... Bayramımız işte o gün bayram gibi bayram!

Mesleğim benim bayramım... Kendimin ellerinden tutuyorum ve yürüyorum hiç durmadan. Meslektaşlarımla gurur duyuyorum! Alkışlayan ellerimle selamlıyorum hepinizi, ellerimize şükrediyorum.
Mahremiyet sınırlarınızın içine sizin de rıza ve isteğiniz ile, girerek sizinle yatak odanızın alını, morunu, terinize, kokunuzu, şehvetinizi, korkunuzu, eh işte’nizi, harikanızı konuşmak ve sizi kendi ile beraber başkalarını da lâyığı ile seven bireyler haline getirmek için buradayım. Doktor kimliğim, cinsel terapi yetkinliğim,  toplumsal bilincim, anneliğim, kadınlığım, insanlığım ve tabiî ki güvendiğim ekibimle kapımda sorunlarınızla girip sorunsuz çıkmanız ve hatta çoğalmanız için varım.

Tıp Bayramımı kutlayan herkese teşekkürler..


Ülke gündemi hep yoğun. İlkokul günlerimizden beri, içinden çıkamayacağımızı düşündükleri her durum için 'aşırı önemli jeopolitik konumumuz' işaret ediliyor. Kıtaları bağlayan, Orta Doğu'yla Avrupa arasında ve dahi Amerika'nın görüş alanında, kendi yağıyla kavrulan cennet gibi bir ülkeyiz. Gemileri için boğazlarımız, uçakları için hava sahalarımız var. Bizi dünyanın gündeminde tutan ve iç gündemimizi türlü yolla değiştiren şey bu. Etliye sütlüye karışmak istemesek de bir yanımız karışacak, biliyoruz. Tedirginiz, şanslı olduğumuz kadar.

Turizm tutuyor Avrupa'yı ayakta. Krizden krize koşsalar da, sahilleri, arkeolojik zenginlikleri, tarihi güzellikleri, anıtları, müzeleri var. Görülmeye kesinlikle değer, büyüleyici, ruhu olan... Ama bizimkinden fazla değil.

Düşünesim tutuyor bazen; İstanbul'u, iki kıta arasında pasaportsuz vizesiz yaşam alışverişi yapılan, Çanakkale'yi sonra, rüya gibi sularını, tarih yazılan sırtlarını,bir masal diyarı olan Kapadokya'yı, dinler ve kültürler kavşağı güzel Mardin'i, bakmaya doyulamayan Ölüdeniz'i, dünyanın en eski tapınağına sahip Urfa Göbeklitepe'yi, peygamber ruhunun dolandığı Balıklı Göl'ü, dünyayı tepeden izler gibi mağrur Nemrut anıtlarını, bir kadın gibi güzel İzmir'in Efes Antik Kenti'ni, pamuklar gibi travertenleri, Karadeniz'in tablo gibi yaylalarını, sise gömülmüş, heybetinden sual olunmayan Sümela Manastırı'nı, inci kefallerinin yatağı Van Gölü'nü, dünyanın anlayışını ruhunda eriten Mevlana'nın memleketi Konya'yı... Düşünmeye doyamıyorum.

Bizi bize unutturanlar daima olacaktır. Bizi, bizden başka şeylerle ilgilenmek zorunda bırakanlar... Petrol meraklıları, savaş çığırtkanları, İslam düşmanları, küçük balık yutucuları... Daima olacaktır.

Kendine dönmeli ülkem, kendini unutmadan dışa dönmeli. Önemimiz,okul kitaplarının veremediği bir şeye sahip; ruha! Ülkem, ruhunu kaybetmemeli. Ülkem, kendini bilmeli ve güvenmeli kendine. Gündemimiz, günlerimizin verimini düşürmemeli. Bizim olmalı, ruhumuz kadar bizim.
Hak ettiğimiz gibi tanınacağımız nice yıllara!


Bugün günlerden kadın.

Dün de öyleydi, yarın da öyle. Ama siz günleri zehir edenler, siz insanı olduğuna pişman edenler, siz kadını varken yok edenler, bilmezsiniz! Siz, kadın olmak nedir bilmezsiniz, siz bu ülkede kadın olmak nedir bilmezsiniz!

Amerika'da da varmış tecavüz, bak sen! Yerlisini yaşıyoruz diye iftihar mı edelim! Tahrik unsuru katıyorlar acımıza, bak sen! Azdırabiliyoruz diye mi övünelim! Dul olmanın bedeliymiş, bak sen! Bize zulmeden kocamızı mı eş bilelim! Kötü kadınmış zaten, bak sen! İnsanın iyisini sizden mi öğrenelim!

Çiçekler mi bekliyordunuz bugün bu satırlarda? Tarlalarda bebesi sırtına bağlı çalışan, fabrikalarda ter döküp çocuğunu okutan, en kutsal duyguyu tadıp insanı çoğaltan analardan mı bahsedecektim yalnızca,öyle mi sanıyordunuz? Ütülü gömlek, kayıp çorap uğruna yerden yere atılan kadını ben de sizin gibi unuturum mu sandınız! Evinin yolunda bindiği otobüste kalçasını sağlama almak için yol boyu yer gözleyen kadını görmezden mi gelecektim, siz onu mu sandınız? Oğlan çocuk bulacaksınız diye kedi gibi yavrulattığınız kadınları sahipsiz mi sandınız! Sahi siz kendinizi ne sandınız!

Hor gördüğünüz kadın, benim kadınım! Siz beğenmiyorsanız çekin üstünden elinizi, siz sevmiyorsanız kirletmeyin güzel yazısını, sürüklemeyin yerlerde karanlığınıza. Ben kadınım, kusura bakmayın beyler, kadın artık benim kadınım!

Kırgınız size, kadınların omuzlarında yükselen o genç kız için kızgınız, elinden aldığınız gelecek ve daha niceleri için dargınız. Artık iyi hal indirimi yok size, hafifletici sebep yok. Haliniz kötü, ruhunuz ağır.Bugün bizim günümüz, çekilin kenardan izleyin, bedenimize de ruhumuza da dokunmayın!

Günümüz kutlu olsun kadınlar! Dünümüz ve yarınımız!


5 duyu organımız var. Bütün dünyayı onlarla algılıyoruz, hayatı tatmak, hayatı koklamak, hayatı görmek, hayatı duymak ve hayatı hissetmek… Çocuklarımıza ilk bunu öğretiyorlar okulda. En şanslı olanlarımızın bunların tamamına sahip olduğunu, bazılarımızın bunların bazılarından yoksun olduğunu ama onların da tüm zorluklarına rağmen bu yoksunlukları aratmayacak başka ayrıcalıklara sahip olduğunu...

Tüm duyuları yerinde olanların ya da en az bir duyuya sahip olanların, özetle nefes alanların duyularını alt üst eden, hem onları ölümüne sömürüp hem de hiç olmadıkları kadar işe yarar kılan bir şey var. Bir bilmecenin hemen akla gelmeyen ama çok da basit cevabı gibi: AŞK!

Aşktan başka işi olmayanlar yardıma muhtaçtır belki de en çok. Ağır bir iştir aşk. Kendinden başka birini daha taşımak beyninde. Bedeninde hissetmek için durmadan çabalamak. Boşa koysan dolmamak, doluya koysan almamak.. Bir ince sızının yerleşmesi kalbine… En mutlu anlarında bile tarifsiz bir korku hissetmek neden korktuğunu dahi bilmeden. Midende kızışan tavalarca yağ, patlayan ve vücudunun farklı yerlerine sıçrayıp ince ince dağlayan...

Aşk, kelebeğin tek günlük ömrünün telaşında ve yüzlerce yıl yaşayacak bir kaplumbağanın yavaşlığında...
Aheste aheste sevmenin lezzetinde ve hiç yaşayamayacak gibi sevmenin acısında...
Aşk, her kimse onun sahibi, hiç sahibi olmamışçasına...


Yaşı yok bunun, devri yok, hasmı yok, kısmı yok; bir bütün o, her zerreye yakışan ve en güzeli daima ‘seninki’ olan.

Her aşık en çok kendisi aşıktır, en büyük heyecan ondadır, en büyük istek, en büyük hassasiyet, en büyük tutku, en büyük en büyük ve en büyük… Kalbine sığmaz ondakiler; aşk, ondadır. Başka kimsede yokmuş gibi, ruhu bedenine çokmuş gibi, dünya başına dertmiş gibi, hayat yaşına zevkmiş gibi, her şey aynı anda aynı yerde binbir biçimde varmış gibi… Aşk gibi…

Sahip çıkılmayan aşklardan özür dilenir hayat boyu, yaşanamayan aşkların acısı ilk günkü gibi kalır. Hatalar bürünür ete kemiğe, pişmanlıklar insanı kemirir durur. Aşksız hayatların eksikliği, ya dillenir ya dillenmez, ama illa ki düşünülür. Dünya aşktan ibaret değildir de aşk başlı başına bir dünyadır. Adam, tutar kadının elinden ve değişir dünya. Kadın, yaslar başını adamın omzuna ve durur dünya. Adam, öper kadını ve iyileşir dünya. Kadın, sarılır adama ve kamaşır dünya. Adamlar ve kadınlar, kimi sevdikleri, kime beş duyularını hizmetine sunacak kadar aşkla bağlandıkları yalnızca kendilerini ilgilendirmek üzere, olurlar tek bir dünya. Dünya, aşk olur, aşksa dünya. Onun kokusu, onun tadı, onun sesi, onun yüzü, onun teni, aşkın tekelinde ve dünyanın merkezinde yer edinir, hiç sormaz. Seçim şansı vermez, akıl fikir bırakmaz…

Aşk bir akıl tutulması, fikirsizliktir. Aşk bir dil tutulması, zikirsizliktir. Aşk, dünya var oldukça devirsizliktir.
Yerini bıraktığı sevgi, kendi tükenince seçtiği o kutlu varis, dünyanın en güzel dinlencesidir. Yine ve yeniden sizindir.
Aşk... Ötesi berisi ne de anlamsız, yalnızca sizsiniz.
CİNSEL EĞİTİM

Cinsel eğitim süreci, çocuğun yetişme sürecinin önemli bir parçasıdır. Cinsel eğitim, çocuk soru sorduğunda başlar. En doğru zaman budur. Sorduğu soruları geçiştirmemek, ses tonumuzu değiştirmeden, ekstra mimikler yapmadan, yüz ifademizi sade ve her zamanki gibi tutarak, son derece normal bir şeyden söz ettiğimizi ve dilediği yerde yeniden dahil olabileceğini hissettirerek konuşmak gerekir.
Cinsel eğitim demek, seks eğitimi demek değil!
Çocuğun cinsel sorular sorması son derece olağandır ve önemli olan da ebeveynlerin paniğe kapılmamasıdır. Cinsel eğitimde en büyük yanlış çocuğu ‘ayıp!’ sözcüğüyle engellemeye ve savuşturmaya çalışmak. Diğer bir yanlış ise cinsel eğitimle seks eğitimini karıştırmak. Cinsel sorular karşısında panik yaşanmasının nedeni, ebeveynlerin çocuğa cinsel pozisyonları, sevişme türlerini, orgazmı anlatmak zorunda kalacaklarını düşünmeleridir. Oysa çocuk, kendini, cinsiyetini ve bunun etrafında dönen dünyayı algılamaya çalışır ve soruları masumdur. Eğitimciler öğrencilerinin cinsel gelişimle ilgili bütün sorularını cevaplandırmakla nasıl yükümlü iseler, anne babalar da çocuklarının cinsiyetle ilgili sorularını cevaplandırmakla görevlidir.

Cinsel eğitim süreci okul öncesi dönem, okul dönemi ve ergenlik dönemi olmak üzere üç aşamada ele alınabilir. Farklı dönemlerde farklı biçimlerde sürmesi gereken cinsel eğitimin, toplumdaki cinsel bilgi eksikliği nedeniyle yetişkinlikte de sürmesi gerektiğini görüyoruz. Cinsel eğitim öncelikle ailede başlamalı, okulda da devam etmeli. Çocuğa cinsel eğitim konusunda okul öncesi dönemde iyi bir eğitim verilmişse, ilkokul dönemini daha sakin geçirir. Ama bazı konuları gizliden gizliye merak etmeye devam eder. Cinsel eğitim konusunda çok detaylı bilgi vermeye gerek yoktur. Çocuk soru sordu diye tüm bilgileri ona aktarmak bir daha soru sormasını önlemek yanlış bir yaklaşımdır. Yaş dönemine göre verilen detay farkı olmalı. Küçük yaş döneminde anlatılanlar yalınken yaş büyüdükçe daha fazla detaya girilebilir. Örneğin; okul öncesi dönemde cinsel organının ne işe yaradığını sorduğunda: “Gözümüz görmeye, kulağımız duymaya, penis/vajina da çiş yapmaya yarar.” denebilir.

Cinsel eğitimde çocuğa hayvanlardan bitkilerden örnekler vermek doğru değildir. O insandır ve merak ettiği şey kendi cinsidir. Kafasını karıştırmayacak kadar direkt yanıtlar gerekir.  Cinsel eğitimin en önemli noktalarından biri de cinsel organlarımızın vajina ve penis olduğunu söylemek, onlara başka isimler takmamaktır. Bu açıklık her iki organa da daha sonraki yıllarda başka anlamlar yüklenmesini engeller ki sık karşılaşılan sorunlardan biri de böylece daha başlamadan sonlandırılmış olur.



İSTİSMARA UĞRAMIŞ ÇOCUK, BELLİ OLUR MU?

Bir terapist olarak, cinsel işlev bozukluğu, ilişki kuramama gibi nedenlerle terapiye gelen, çocukluğundaki cinsel travmalara ulaştığımız yetişkinlerden sıklıkla duyduğumuz cümlelerden biri ‘kimse beni, ne halde olduğumu fark etmedi.’ Pek çoğu sessiz çığlıklar attığını ama duyulmadığını düşünüyor. Anlaşılmadıkları için kırgın ve dışa kapalılar. Peki anlamak gerçekten imkansız mı? Anne babalar fark edilecek bir şeyi fark etmiyorlarsa neden? İstismara uğrayan çocuk, nasıl anlaşılır, nasıl belli olur?

Elbette cinsel istismara uğrayan çocukların tepkileri, istismarın şiddetine ve türüne, sıklığına bağlı olarak değişiklik gösterir.
Çocuklar yaşadıkları bu sarsıcı olay karşısında duygusal ve davranışlar belirtiler sergiler. Pedagogların, psikologların ve cinsel terapistlerin uzun uzadıya yaptığı çalışmalar, her gün biraz daha genişleyip daha fazla sonuç veriyor. Bu elbette sevindirici. Yapılan çalışmaların sonuçlarından bahsetmek gerekirse; istismara uğrayan çocuklarda aslında dikkatle gözlemlendiğinde son derece belirgin davranışlar fark edilebiliyor.
Yaşına nazaran dikkat çekici bulunan baştan çıkarıcı davranışlar, yetişkinlere güvensiz davranma, alışılmadık korkular, cinsel davranışlar hakkında şaşırtıcı detaylı bilgiler, yeme ve uyku alışkanlıklarında değişimler, okula ve aktivitelere ilgisizlik, odaklanamama, okula erken gelme, eve gönülsüz gitme, kızgınlık, düşmanlık, saldırganlık, sahte bir olgunluk gösterişi, tam anlamıyla itaat biz ebeveynlerin rahatlıkla fark edebileceğimiz davranışlar.
Bedenleriyle olan kavgalarının ruhsal durumlarına bir yansıması olarak, çıplak görünmek istememe, giyinip soyunurken sorun çıkarma, gerileme davranışı denilen parmak emme, yatak ıslatma, bebek konuşması gibi davranışlar, kabuslar görme, anneye yapışık hale gelme, yabancılardan kaçma ve durduk yere ağlama nöbetleri ise gerçekten temelinde hangi sorun olursa olsun bir uzmana danışılması gereken belirgin sorunlar.

Ellerini ve bedenini sürekli yıkamak istiyorsa, aşırı mastürbasyon yapıyorsa, karın ağrıları, baş ağrıları sıklaştıysa, gizemli görünüyor ve sürekli bir şeyler düşünüyor ama paylaşmıyorsa, utanmış, suçlu ya da kaygılı görünüyorsa, arkadaşlıkları sorunluysa ve evden kaçmaya çalıştıysa anne babaların gözlerini açık tutmaları ve çocuklarının hemen destek almasını sağlamaları gerekiyor.
Elbette cinsel istismara uğrayan tüm çocuklar aynı semptomları göstermez. Ancak bu belirtilerden birkaçı bir arada bulunuyorsa, ebeveynlerin duyarlı olması, çocuklarını dikkatle izlemesi ve çocuğun yakın çevresini  gözlemeleri gerekir.  

Ülkemizin en büyük eksiklerinden biri ne biliyor musunuz? İster çocuk olalım ister yetişkin, birer ruhsal danışmanımız bulunmaması. Herhangi bir sorun olmaksızın, görüşebileceğimiz danışabileceğimiz, hislerimizden söz edebileceğimiz bir aile danışmanımız olmaması. Dünyanın pek çok yerinde psikoloğa gitmek son derece olağanken bizde hala ‘deli doktoruna gitmek’ olarak nitelendiriliyor. Ve daima üzerinde durduğumuz üzre, çocukluk travmaları ergenlik ve yetişkinlikte de yakamızı bırakmıyor. Temeline inilmeyen hiçbir sorun çözülemiyor maalesef. İşte bu nedenle çocukluktaki cinsel travmalar, hayatın her anına sirayet ediyor. Okul çağının başlamasıyla birlikte anne babalar, sorumluluklarını öğretmenler ve okul personeliyle paylaşmaya başlarlar. Bu, sorumluluğun azalması ancak yeni sorunların da başlama ihtimalinin doğması anlamına gelir. Çocuk istismarına karşı yapılabilecekler konusunda bilgili, donanımlı okul personeli, öğretmenler ve psikolojik danışmanlar, istismarı önleme ya da fark edilip gereğini yapma konusunda faydalı olabilse de yasal sorumlulukların da herkes tarafından bilinmesi çok önemli. Ortaya çıkan taciz durumlarında ‘etraf ne der’ korkusuyla yasal mercilere başvurmayan aileler, çocuklarına en büyük kötülüğü yapıyorlar. Öğretmenlerin bu konuda bilinçlendirilmesi ve yapılması gerekenler konusunda donanımlı olması en büyük gerekliliklerden biri.
Çocuklar tacize uğradıklarını neden çevresindekilere söylemez?

Çocuğun tacize uğraması yeterince acıyken taciz edenin, çocuğun tanıdığı ve hatta yakını olması bu acıyı katlar. Akrabaları tarafından taciz edilen çocuğun, bu durumu ailesine açması güçtür. Kendisine inanılmayacağından korkar ve içine kapanır. Hatta çocuk, öylesine saf ve temizdir ki kendisine taciz edeni, yalnızca tanıdığı ya da sevdiği için korumak isteyebilir.

Tacizcinin çocuğu tehdit etmesi de çok sık rastladığımız bir durum. Olanları birine söylerse başına kötü şeyler geleceğine, sevdiklerini öldüreceğine ya da kendisinin hapse gireceğine inandırmak çok kolaydır.

Ya suçluluk duyan çocuklarımız? Başına gelenler için kendisi suçlayan, aşağılayan, değerinden kaybettiğini ve kaybedeceğini düşünen çocuklarımız? İşte onlar tüm hayatı, kendilerinden nefret ederek geçirme olasılığını da kucaklamış olabilirler.

Çocukların, içine düştükleri bu korkunç durumu kimseye açamamalarının her gerekçesi birbirinden acı dersek abartmış olmayız. Bunu açıklayacak, doğru anlatacak konuşma kabiliyetine sahip olmamaları da bunlardan biri. Ve bu, çocuğun, savunmasızlığının en büyük göstergesi.
Çocuklarımız, sevgi ve saygıyla ördüğümüz duvarların, korunaklı yuvamızın dışına çıkmaya hazırlar artık. Okul çağına geldiler. Yaşlarına uygun yeni bir telaş başladı, tatlı bir telaş. Aynı zamanda kaygılarımız da su yüzüne çıktı tabi. Daha önce tanımadıkları yaşıtlarıyla yepyeni arkadaşlıklar kurup bilginin denizinde yüzerken, yabancılarla da bir arada olacaklarını bilmek bizi biraz da olsa tedirgin ediyor. Ana haber bültenleri korkunç taciz hikayeleriyle doluyken dilediği kadar rahat olamıyor insan. Cinsel suçların, gözle görülür derecede arttığı son yıllarda çocuklarımızın yakın ve uzak çevremizden gelecek tehditlere ne denli hazır olduklarını ve nasıl hazır olabileceklerini bilmekte fayda var.

Cinsel istismar, çok sık duyduğumuz bir şey haline geldi. Peki nedir cinsel istismar, neden böylesine yaygın, çocuklarımıza kendilerini korumayı nasıl öğretebiliriz?

Çocuklar kolayca güven duydukları, korkutulabildikleri ve kandırılabildikleri için istismara çok açıktırlar. Ülkemizde ve dünyada kızlar, erkeklere oranla daha çok istismar edilir ve istismar edenler ise genellikle çocuğun tanıdığı kişilerdir. Birçok çocuk, suçluluk ve korku nedeniyle tekrar tekrar istismara maruz kalabilir.

İstismara uğrayan çocuklar, yeniden istismar edilecekleri duygusuna kapılabilirler ve ebeveynlerinin onları terk edeceğini düşünmeye başlayabilirler. Çocuklarımız bazı gerekçelerle yaşadıkları istismar olayını anlatmazlar ya da anlatamazlar. Gözümüzün önünde yaşanan, görmekte güçlük çektiğimiz ve savunmasız çocuklarımızca verilen mücadele, uzun vadede çok daha büyük sorunları beraberinde getirir. Günümüzde cinsel suçların temelinde de bu tür çocukluk travmalarına sıkça rastlarız. Pedagogların incelikle üzerinde durdukları bu konu, yetişkinlik döneminde biz cinsel terapistlerin desteğini gerektirir. Kimi zaman psikolog ve psikiyatristlerle koordine çalışmalar gerektiren ciddi vakalarla karşı karşıya geliriz. Ve özellikle bilinmelidir ki hangi yaş grubunda ve dönemde olunursa olunsun, alınan destek ve terapiler, ciddiyetle ve uzman bir ekiple yürütülmelidir. Çocuk tacizinin yaşamı ne denli etkilediğini tahmin etmek güç değil. Ve yaşandığı zamana dair de büyük sıkıntılar yarattığı ortada. Çocuk, genellikle bu zor durumla tek başına mücadele etmeyi seçer. Ancak çocuklukta yaşanan hiçbir travma, kendini yaşandığı dönemde bırakmaz. İzleri, yaşam boyu çocuğu takip eder, o fark etsin ya da etmesin, yaşadıklarında ve hissettiklerinde çocukluğunun izleri vardır.


‘Benim üç yaşında bir kardeşim var’ diye başladığınız cümle mutlaka ki siz daha sonunu getirmeden ‘seni ondan bile kıskanıyorum’ diye sona erdirilir birileri tarafından. Yüksek olasılıkla melodisiyle birlikte hem de. Biz sevdiğini üç yaşındaki kardeşinden bile kıskanan insanlar tanıyarak büyüdük, yalan değil. Onlardan olduk, hep etrafımızdaydılar. Peki ya iyi mi olduk?

Medeniyeti hiç durmadan kalıplar içine sokmaya, tanımlamaya çalışanlara inat kıskançlık bir medeniyetsizlik belirtisi falan değil. Dolamışlar dillerine, bir özgüvendir gidiyor yıllardır, hele özgüven eksikliği hiç değil. Bilimsel terimleri bir yana bırakarak herkesle anlaşabileceğim bir yol deneyeceğim bunu anlatırken. Kocasının kendisinden başkasına bakmayacağını bilen ama kıskanan halamdan, ölçüsünü kaçırmayacağından emin olsa da karısının dekoltesine karışan komşumdan, niye kıskandığını bile bilmeyen eşimden dostumdan, eserek aklıma, çıktım yola.
Kıskanmak, sevginin, aşkın, tutkunun ya da siz hangi biçimde hisleniyorsanız hislendiğinize, işte onun yolunda bir kontrol kaybetme hali. Mantıksızlaşma, ölçememe, tartamama, etraflıca düşünüp sonuca odaklanamama hali, kıskanmak insanın kendi yokluğunu düşünme hali, sıkıştırılmış bir hali hem de. Paketlenmiş, vakumlanmış ve gerçek şeklini yitirmiş hali. Yoğunlaşmış. Evet böyle.

Kiminde az, kiminde çok. Kiminde dayanılabilir, kiminde hoşa giden, kiminde çekilmeyen ve kiminde tehdit hissettiren, kiminde apaçık hastalık, kimindeyse su yüzüne hiç çıkmayacak kadar sağlıklı biçimde kontrol altına alınmış; ama var. Yok sayılamayacak kadar net bir biçimde var.
Sizden çirkin bir adamda sizden iyi yönler bulunabileceğine inanıp binmediniz mi hiç küplere? Sevdiğinize, siz aşık olduysanız herkesin aşık olacağı gibi komik bir inanca ciddiyetle sarılmadınız mı? Çatala bir müdahaleniz olmadı mı? Sevdiğinizin iş arkadaşlarından cv isteyecek kadar patronlaşmak istemediniz mi ilişkinizde? Olur şeylerden, olmaz şeylerden, ‘elbette normal’ ya da ‘akıl almaz’ biçimde huylanmadınız mı, işkillenmediniz mi? Paylaşma duygusu bir karabasan gibi çökmedi mi içinize, sanki çocukmuşsunuz da bir gün elbet büyürmüşsünüz gibi? Yaptınız. Yapan birini tanıdınız. Hissettiniz. Hisseden birine yakın oldunuz. En basit haliyle dinlediniz, dinleyen birini dinlediniz. Oldu böyle şeyler. Çok da iyi yapmadınız.

Hele ki dünyayı dar ettiyseniz, seçimlerine müdahaleniz olduysa onu yok sayarak, suçladıysanız, günah keçiniz ilan ettiyseniz sevdiğinizi, hırsınızı çıkardıysanız hırpaladıysanız, sevdiğiniz için severek öldürmeyi mübah saydıysanız… hiç de iyi yapmadınız.

Üç yaşındaki kardeş üzerine düşünmek gerek işte. Mantıklı olmaya çalışmak, içimizden geçenlerin suçlusu olmadığını bilmek sevdiğimizin, kıskanmanın da ona olan aşkımızın bir parçası olduğunu bilerek ve tadını çıkararak hislerimizin, yürümenin mümkünlüğüne inanmak gerek.
Kıskanılmak ister herkes. Tadında, kararında, içten içe, daima kaybedilme korkusuyla, tutkuyla... Sevdiğimizi, herkesin kıskanılmak isteyebileceği kadar kıskanmak bu işin en sihirli en güzel noktası. Kıskanın sevdiğinizi, bastırmayın. Bırakın, gerekirse herkes için medeni olmayın, siz kendinizi yaşayın. Zarar vermeden ve hatta hoşa giderek, değerli ve vazgeçilmez hissettirerek, kendinizi kalıplara sokmadan, kıskanın.

Kontrolden çıkarken bile kontrolde kalmanın bir yolunu bulmaktır kıskançlığı tadında bırakmak. Tadında bırakın ve tadını damakta bırakın. Üç yaşındaki kardeşten sıyrılın da üç vakitteki murada yaklaşın.

Kıskanın. Kıskanacak aşk, kıskanacak eş, kıskanacak his bulamayanlar, kıskanamayanlar değil de kasılmaktan kıskanmayanlar çatlasın.
 
En son ne zaman kendiniz için bir şey yaptınız? Kendiniz için sevgilinizle, eşinizle, çocuklarınızla, iş arkadaşınızla bir şey yapmanızdan söz etmiyorum, onlarla yaptıklarınız daima biraz da onlar için oluyor. Ben sizin kendiniz için kendinizle ve her şeyden sıyrılıp yaptığınız şeyi soruyorum. En son ne zamandı hatırlıyor musunuz? Umarım hatırlamakta güçlük çekmediğiniz bir zamandadır. Çünkü en fenası insanın kendini ihmal etmesi, kendini unutması.

Uzmanlar bir 'kaliteli zaman' tutturmuş gidiyor, değil mi? Yakınlarınızla çok zaman geçirmeniz değil, kaliteli zaman geçirmeniz önemliymiş. Peki ya kendinizle? Hayat, her açıdan kalabalık ve insanın kendime ayıracak vakti olmuyor. Yani buna sığınıyor insan. Kendine az ve öz zaman ayırmanın kıymetini bilmiyor. Kaliteli zaman dediğimiz şeyi, kendine ayırmazsa geri kalan zaman, sandığı kadar işe yaramıyor aslında.

İnsanın kendinden başka dostu yok duygusallığına girmek istemem ama insan kendinin dostu olmalı en başta; gerisinin dostluğu zaten eninde sonunda olur.

Kendinize zaman ayırın dedim diye kocanızı alıp sinemaya gitmeyin ya da çocuğunuzu parka götürmeyin. Biri ilişkinize biri çocuğunuza zaman ayırmak olur. Kendiniz, kendinizsiniz, anlamamızı bile güçleştiren yaşama bakın siz hele, kendimizi unutalım diye elinden geleni ardına koymuyor.

Her gün yapmak zorunda olduğunuz işleri, her gün görmek zorunda olduğunuz insanları bir süreliğine unutun. Çocuklarınızı güvendiğiniz birine emanet edin ve özlediğiniz planları yeniden yapın. Sorumluluklarınız kısa bir süre ardınızda kalsın, telefonunuzun ucunda dahi değil.

Eski bir dostla kahve, alışveriş,yemek en basit keyif anlarından olur. Kabul edelim biraz sohbet, biraz dış dünyayı izleme fena olmaz, evdekileri evde bırakıp. En sevdiğiniz sokaklarda boş boş dolaşın, fotoğraf çekin. Her neye ilginiz varsa izini sürün. Resim sergileri, tiyatrolar, sinemalar, organik pazarlar, mağazalar, konserler... Hepsi sizin! En sevdiğiniz kafede bir çay bir kahve, elinizde o sürükleyici kitap, değmeyelim keyfinize. Bir hamam sefası, bir spa seansı, bir masaj saati, neden olmasın? Cilt bakımı, saç bakımı, dilediğiniz gibi güzelleşin.

Antikaları sevenler antikacılara, dizi izlemeyi sevenler setlere, doğa yürüyüşlerini sevenler ormana atıversinler kendilerini, ne yaptığınız fark etmez, yeter ki kendiniz için yapın.

Günübirlik turlarla yakın bölgeleri rehber eşliğinde ekonomik bir şekilde gezip yeni arkadaşlar edinebileceğinizi biliyor musunuz mesela? Bence hayatın rutininden bunalanlar için müthiş bir seçenek.

Sizi sevin. Sizi ihmal etmeyin ve sizi size küstürmeyin. Bilenler bilir, insan en çok kendine kırılır aslında. Fark etmez, diğer kırgınlıkların arasında kaynar bu ama yıllar geçince her şeyden baskın, duruverir karşınızda. Ahh vah etmemek, keşke dememek için... Bugün kendiniz için bir şey yapın, söz mü? Söz deyin!
Birine pornografik görünen, bir başkası için dehanın kahkahasıdır." demiş İngiliz yazar David Herbert  Lawrence. Belki de bambaşka bir şey demek istemiştir ancak hayatta olmaması nedeniyle siz bu sözü benim yorumum öncesinde okuyorsunuz ve sanırım kendisinin itiraz şansı olmayacak. Yanılıyorsam beni affetsin.
Seksin ve pornografinin sanattaki yerini anlatmak için bir giriş cümlesi arıyordum ve sizi düşünmeye sevk edecek bu cümle bana adeta ilham perisi gibi geldi. Ayrıca dikkatinizi celbetti mi bilmiyorum ama sanattan bahsetmek için Womens Fittnes’ı seçtim. Bu da erkeklere ince bir gönderme olsun, üzerlerine alınırlarsa ruhları tez zamanda incelsin.
Yüzyıllar öncesinden yapılmış çıplak heykellerden tutun ki bunların en önemlileri İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde hayranlık uyandırmakta, Osmanlı'nın Paris Büyükelçisi ve eski Dışişleri Bakanı Halil Şerif Paşa’nın ünlü ressam Gustave Courbet'e sipariş ettiği vajina tablosuna,  ateşli sevişmeleri anlatan yerli ve yabancı aşk şarkılarından uzun gecelere ya da cinsel birleşmelere atfedilen şiirlere, dünyayı sallayan pornografik romanlardan +18’i yiyen filmlere dek sayısız sanat eserinde kendine yer buldu seks ve bazen de pornografi.  İkisi başka şeyler ve aralarında ince bir çizgi var ama ben o çizginin bugünkü yazımızın konusu olmasını istemiyorum. Biz bugün sanatsal hafızamızla birlikte sekse ve pornografiye göz kırpalım ne dersiniz?

Toplumumuzun bir kısmının çıplak heykel görünce bile erekte olduğu ya da ıslandığı doğru. Ama sırf böyleleri var diye sanat, kendine konu ya da araç edindiklerini eksiltecek değil. Peki sevgili hemcinslerim, seksin, çıplaklığın ya da pornografinin sanatta neden yer edindiğini düşündüğünüzde nasıl bir cevap beliriyor aklınızda? Siz düşünürken ben vereyim cevabımı, belki katılanlar olur aranızda. Üretmek, doğurganlık ve iç içe geçmişlik, sanatın olmazsa olmazı değil midir? Bahsettiğimiz kavramların sanatla nasıl örtüştüğünü görüyor musunuz, aynı temeller üzerinde başka başka biçimleniyorlar. Tavsiyem odur ki bir sanatçı gibi sevişin ve sevişir gibi icra edin sanatınızı.
1970'lere doğru uzanır gidersek, yaşımız ortaya çıkmasın, çocukluğumuza yani, cinselliğin tüm Avrupa ve Amerika’yı nasıl da etkisi altına aldığını hatırlarsınız. Savaşmamayı, sevişmeyi öğütleyen çiçek çocuklar adım attıkları, yaşadıkları her yeri mis gibi şarkılarla sallamıştı. Dünyayı, büyüklüğünü küçümseyerek gezdiler ve insanı gözlerinde büyüterek seviştiler, iyi de ettiler.
Dünya büyük, insan çok, sanat eseri de bir o kadar fazla. Ama derin sularda boğulmaya lüzum yok. Size, çok yakınlardaki şeylerden söz edeceğim.

7. sanat olan sinema, cinselliği kendine en fazla konu edinen dallardan biri. Türk sineması bile, filmin öpüşülen yerinde kanal değiştiren bizler için, bence epey gelişkin. Cazibe Hanım’ın Gündüz Düşleri, hala birçok kadının özeti gibi. Karmaşık zihinlerinde türlü entrikayla uğraşıp cinsel dürtülerinin peşinden gitmekten vazgeçmeyen binlerce Cazibe Hanım var içimizde. Onun mastürbasyonu hepimizin içine sular serpmedi mi serin serin? Ya da Hülya Avşar’ın Berlin in Berlin’i, aldığı ödül sayesinde bizi külodun içine uzanan güzel elle barıştırmadı mı?
1970lerde bizim ülkemize pek de yaramayan ama bugün güldürü konusu olan seks furyası ise adeta bir çılgınlıktı. Kalitesi düşük ve mantığı noksan aşırılıklarla dolu bu porno furyası maalesef pek çok kadın oyuncuyu da harcadı. Erkeklere bir şey olmadı tabi, onların sevişmesi olağan karşılandı ve zamanla da unutuldu. Kaliteli yapımlar olsalardı bugün gururla söz ederdik ama Türk sinemasının o günlerden utanmasını anlıyorum doğrusu. Yüzüne bakmaya kıyamadığımız kadın oyuncularımızı kullanıp atan o furyaya ben de kırgınım, telafisi içinse kadın filmlerine çokluk bekliyorum, tek yolu bu.

Yıllarca jeopolitik önemi konuşulan bir ülkede kadın cinselliğine ilişkin filmlerde 80 ve sonrasına rastlayacaktı elbette. Kadının cinselliği kavgalı bir dönem olan 80lerden ayrı duramadı. Zaten kadın da daima bir kavganın içindeydi ve ülke sineması kadını anlatmak için taa 80leri bekledi, yine biraz geç kaldı. Siyasi içerikli ya da sosyolojik alt yapısı olan filmler kadın hikayelerine yer verirken cinsel ihtiyaçlarını, erkeklerden ve hatta kadınlar olarak birbirlerinden gördükleri muameleyi de atlamadı. Evliyken aşık olan ve haklı yönleri sergilenen kadınlara, fantezilerini eşini açan kadınlara, çocukları uyurken aynı odadaki döşeklerde sevgilisiyle sevişen dul kadınlara hep bu dönemin filmlerinde rastlandı. Çalışma hayatındaki özet ismiyle sekreterlerin birer seks objesine dönüşmesi de yine bu yıllara rastladı. Kapı deliğinden röntgenlenen kadınları tüm açıklığıyla izledik ve ilk defa bu yıllarda yüzleşmekten rahatsızlık duyduk sanırım. Yakın tarihte sinemada adeta döktüren Sibel Kekilli’nin yalnızca porno yıldızı muamelesi görmesi de koca bir saçmalık, işte ona yanarım.

Sezen Aksu’nun ‘savaşma seviş benle, hayata karış benle’si adeta hislerime tercüman. Bununla birlikte Levent Yüksel’in yatağına çağırdığı sevgili hepimizin hayalindeki sevgiliydi kabul edelim. Ama az bilinen şarkılardan biridir ve bence netliği, açık fikirliliği nedeniyle o da şahanedir: günaydın  sevgilim, ne güzel bir gün değil mi? Kahvaltıdan önce biraz sevişelim mi? Şebnem Ferah’a kadınlığı da çok yakıştıran biri olarak selam ederim. Sıla’nın Sevişmeden Uyumayalım’ı da sanırım en sevilenlerden biri. Hepiniz anımsayın diye yakın bir geçmişten ve bilindik şarkılardan söz ediyorum ama seks tüm dünyada şarkılara şaşırtacak ölçüde sirayet etmiş gibi. Ne kadarı sanattan sayılır ne kadarı sayılmaz bilemem, uzmanlık alanım değil, ancak çok iyi biliyorum ki sevişmek modası da değeri de asla geçmeyecek bir eylem insan için ve sanat insan için insandan doğuyor gibi. Sait Faik Abasıyanık’ın Şimdi Sevişme Vakti’ni uyumadan okursanız rüyalarınızda barışırsınız şehvetinizle belki. Bu şart, size söyleyeyim.

Tiyatro sahnelerinde her yıl belki yüzlerce oyun sergilenir ama magazin basınına da ana haberlere de bakarsanız onlardan en fazla iki tanesinin durmaksızın konuşulduğuna rastlarsınız. Biri sahneye kurulan striptiz direğiyle jartiyerli kadın oyuncu barındıran, diğeri tecrübeli oyunculardan birinin rahatça seviştiğidir. Sevişmek haber değeri olamayacak kadar doğaldır ama çekinmeden sevişen insan bizim toplumumuzda başlı başına haberdir. Sanatta çıplaklık, seks ve pornografi her coğrafyada aynı etkiyi yaratmaz ama bizde heykellerin avret yerlerine giydirme yapılması da en basit tabiriyle abesle iştigaldir.

Siz canım kadınlar, çıplak heykellerin karşısında uzun uzun durmaktan çekinmeyin, es geçenlerden olmayın o eserleri. Emin olun onu yapan heykeltraş, mastürbasyon amaçlamadı. Ve kanal değiştirmeyin en sevdiğiniz filmin en ateşli sahnesinde, sizden habire çocuk isteyen aile büyükleriniz sevişmekten bu ölçüde de utanmamalı. Sevişme isteğinizi anca şarkılarda avaz avaz söyleyebiliyorsunuz zaten , ne olursa olsun vazgeçmeyin, sesiniz kulağıma dek gelsin.

Size beş önemli önerim olacak:

1) İstanbul Arkeoloji Müzesi’ni ziyaret edin, oradan yakınındaki Topkapı Sarayı’nın Harem dairesine de geçin, gözlerinizi kapatın dönemi hissedin.

2) Ferzan Özpetek’in ustalıkla anlattığı eşcinsel aşkları tanımayı es geçmeyin, kafayı erkeklikle bozmuş bir kesim yüzünden filmlerin kalitesini kaçırmayın. Harem Suare’de kadın bedenine tapın, Hamam’da erkeklerin erkeklere duyduğu aşka başka bir gözle bakın ve Mine Vaganti’de Sezen Aksu’nun eşsiz sesiyle bir masal alemine uzanın.

3) The Little Death’i partnerinizle birlikte izleyip fantezilerinize gülümseyin.

4) Yurtdışı gezilerinizde erotik müzeleri ve sex shopları da ziyaret edip yeni bir alemle tanışmayı ihmal etmeyin

5) Grinin Elli Tonu şimdi sinemalarda. Kaçırmayın. 

Op.Dr. Gökçen ERDOĞAN. Blogger tarafından desteklenmektedir.